15 Temmuz 2009 Çarşamba


Sihirli Hikaye- 1. Bölüm
Deneyimlerimden tüm dünyevi işlerin büyük sırlarından birisini çıkarttığım için, artık sayılı günlerim kalmışken beni izleyen nesillere sahip olduğum bilgiden faydalanma fırsatı vermenin akıllıca olacağını düşünüyorum. İfade tarzımdan ya da edebi değer eksikliğinden dolayı özür dilemiyorum, ki bunlardan ikincisinin kendi kendisinin özrü olduğunu biliyorum. Benim payıma hep kalemden daha ağır araçlar düştü ve ayrıca yılların ağırlığı elimi ve beynimi bir şekilde felce uğrattı; yine de, cevizin içi olarak gördüğüm gerçeği size anlatabilirim. İçi elde edip faydalı hale getirmek için kabuğun nasıl kırıldığının ne önemi vardır,? Hiç şüphem yok ki, anlatırken çocukluğumdan bu yana hafızamda kalmış ifadeleri kullanacağım; çünkü insanlar benim yaşıma geldiklerinde, gençliklerinde olan olaylar algılarında yakın zamanda olanlardan daha berrak hale gelir; ayrıca, eğer bütünlüğü olup yardım sağlıyorsa ve anlaşılıyorsa, bir düşüncenin nasıl ifade edildiği pek de önemli değildir.

Keşfettiğim bu başarının reçetesini en iyi nasıl açıklayacağım sorusu üzerinde çok akılyordum ve bunu olduğu gibi vermenin uygun olacağını düşündüm; yani, eğer hayat hikayemi bir şekilde anlatırsam, malzemelerin nasıl toplanacağına ve yemeğin başarılı olması için baharatların katılmasına dair yönergeler açıkça anlaşılacaktır. Bunlar olabilir; ve ben toprağa karıştıktan nesiller sonra yazdığım şeyler için bana şükran duyacak kişiler dünyaya gelebilir.
O zamanlar babam, hayatının erken yıllarında eğitimini yarıda bırakıp, yerleşmesinden
birkaç yıl sonra, 1642 yılında –bundan yüz yıldan uzun zaman önce – benim dünyaya geldiğim Virginia kolonisindeki bir çiftliğe yerleşmiş olan bir denizciydi. Annemin eğitimine devam etmesi yolundaki akıllıca tavsiyesine kulak vermiş olsa, babam için daha iyi olurdu; fakat o böyle yapmamıştı ve kaptanlığını yaptığı iyi gemi bahsettiğim arazi ile takas edilmişti.Burada alınacak ilk ders başlıyor:---
Sahip olunan tek bir parça gümüşe karşılık geleceğe yönelik binlerce vaadin hiçbir değerinin olmadığını akılda tutarak, insan elindeki fırsatın değerini göz ardı etmemelidir.
On yaşına geldiğimde annem bu dünyadan göçüp gitti ve iki yıl sonra da sevgili babam onu izledi. Tek evlatları olan ben yalnız kalmıştım; bununla beraber, bir süre için bana bakan iki dostları vardı; yani, bana çatılarının altında bir yuva açtılar –bundan beş ay süreyle yararlandım. Babamın mal varlığından bana hiçbir şey kalmamıştı; fakat ilerleyen yıllarla aklım başıma geldiğinde, bir süre çatısı altında barındığım arkadaşının babamın ve dolayısıyla benim hakkımı yediğinden emin oldum.
On iki buçuk yaşımdan yirmi üç yaşıma kadar olan zamanla ilgili olarak burada bir şey
anlatmayacağım, çünkü bu sürenin bu hikayeyle bir ilgisi yok; fakat bir süre sonra, elimdeki çalışmalarımdan biriktirdiğim on altı gineden onuyla Boston şehrine giden gemiye bindim ve orada önce fıçı tamircisi olarak sonra da, deniz benim heveslerim arasında olmadığı için, her zaman gemi rıhtıma yanaştıktan sonra olsa da, bir gemi marangozu olarak çalışmaya başladım.
Talih bazen huyun tamamen yoldan çıkması nedeniyle belli bir kurbana kasten gülümser.
Benim de başıma işte böyle bir şey geldi. Zenginleştim ve yirmi yedi yaşıma geldiğimde, dört yıldan kısa süre önce kiralık olarak çalıştığım işyerinin sahibiydim. Bununla beraber, talih zorla alıkonulması gereken oynak bir kadındır; üstüne titrenmez. Burada, alınacak olan ikinci ders başlıyor:
Talih ve servet kolay ele geçmez ve ancak kuvvet kullanılarak elde tutulabilir. Ona şefkatli davrandığınızda daha güçlü ve kuvvetli birisi için sizi terk edecektir. (Bu açıdan, bence bildiğim diğer kadınlardan pek farklı değildir.)
Bu sıralarda Felaket (ki kendisi zayıf ruhların ve kayıp niyetin habercilerinden birisidir) bana bir ziyarette bulundu. Yangın işyerimi harap edip beni kararmış yollarda ödeyebileceğim tek bir kuruşumun olmadığı borçlarla baş başa bıraktı. Yeni bir başlangıç için yardım arayışıyla tanıdıklarla çalıştım, fakat öyle görünüyordu ki, ocağımı yakan yangın onların sempatisini de tüketmişti. Böylece kısa sürede yalnızca her şeyimi kaybetmekle kalmayıp, başkalarına umutsuz şekilde borçlandım ve bu nedenle hapse atıldım. Beni tamamen ümitsiz hale getirecek şekilde keyfimi kaçıran bu son yakışıksız davranış dışında, kayıplarımdan dolayı toparlanabilirdim. Bir yıl boyunca hapishanede kaldım ve nihayet çıktığımda artık oraya giren
umutlu, mutlu, sahip olduklarından memnun, dünyaya ve insanlara güven duyan adam
değildim.
Hayatta çok sayıda yol vardır ve bunlardan büyük çoğunluğu aşağıya doğru gider. Bunlardan bazıları çok sarptır, bazıları daha az diktir; fakat sonuçta, hangi açıyla eğimli olurlarsa olsunlar aynı yere varırlar, ‘başarısızlık’. Burada da üçüncü ders başlıyor:
Başarısızlık ancak mezarda vardır. Hayatta olan kişi henüz başarısız olmamıştır; her zaman için geri dönüp, indiği patikadan geri yukarı çıkabilir; ve (daha uzun sürede gerçekleşse de) daha az dik ve koşullarına daha uygun bir patika olabilir.
Hapisten çıktığımda beş kuruşum yoktu. Üzerimdeki yoksul giysiler ve gardiyanın değersiz olduğu için bende kalmasına izin verdiği bir baston dışında dünyada hiçbir varlığım yoktu. Yine de, becerikli bir işçi olarak kısa sürede iyi maaşlarla iş buldum; fakat, dünya nimetinin meyvesini yemiş birisi olarak tatminsizlikten kurtulamadım. Somurtkan ve melankolik oldum; bu nedenle, neşelenmek ve kayıplarımı unutmak için akşamlarımı tavernada geçiriyordum. Ara sıra içmek dışında çok fazla içki içtiğimden değil (çünkü her zaman biraz perhizkar olmuşumdur), ama hiçbir işi beceremeyen arkadaşlarımla gülüp eğlenmek, şarkı söylemek ve şakalaşmak için; ve buradan da dördüncü ders çıkartılabilir:
Arkadaşlarınızı çalışkanlar arasından seçin, çünkü tembel olanlar sizin enerjinizi
tüketecektir.
O zamanlar biraz üstelendiğinde felaketlerimin hikayesini anlatmaktan ve yardımıma
koşmadıkları için bana yanlış yaptıklarını düşündüğüm kişilere sövüp saymaktan keyif
alıyordum. Ayrıca, her gün işverenimden bana para ödediği zamanın birkaç dakikasını
çalmaktan da çocukça bir zevk alıyordum. Böyle bir davranış, aleni hırsızlıktan bile daha az dürüstçedir.Bu alışkanlık ta ki bir gün gelip kendimi yalnızca işsiz değil, aynı zamanda karaktersiz olarak bulduğum, yani artık Boston şehrinde herhangi bir başka işverenin beni işe almasını umut edemeyeceğim zamana kadar devam etti ve arttı.
İşte o zaman kendimi bir hata olarak gördüm. O zamanki durumumu bir dağın sarp tarafından inerken ayağı kayan bir adamın durumuna benzetebilirim. Daha fazla kaydıkça daha hızlı gider aşağı. Bu durumun ayrıca “İsmailite (Ishmaelite)” sözcüğü ile de açıklandığını duydum ve bu anladığım kadarıyla, herkese karşı olan ve herkesin kendisine karşı olduğunu düşünen bir adam anlamına geliyor; ve burada beşinci ders başlıyor:
İsmailite ile cüzamlı aynıdır, çünkü her ikisi de insanların gözünde iğrençtir, ancak ilkinin tamamen sağlığını geri kazanabilmesi açısından da çok farklıdırlar. Birincisi tamamen hayal gücünün ürünüdür; ikincisinin ise zehir kanındadır.
Enerjimin yavaş yavaş tükenişini uzun uzadıya anlatmayacağım. Talihsizlikler üzerinde çok fazla durmak uygun değildir (ki bu söz de hatırlanmaya değerdir). Bir gün gelip yiyecek ve giyecek alacak hiç param kalmadığını ve pek sık olmasa da birkaç peni veya ara sıra bir şilin kazanmam dışında sadakaya muhtaç hale geldiğimi eklemem yeterli olacaktır. Sürekli bir işte çalışamıyordum ve böylece bedenim bir deri bir kemik ve ruhum da yalnızca iskelet haline gelmişti.
O zamanlar acınacak haldeydim; ölecek hale gelmiş zihnim için bedenimden daha fazla
denilebilir. Hayalimde kendimi tüm dünyadan soyutlanmış olarak değerlendiriyordum, çünkü gerçekten çok derine batmıştım; burada da alınacak altıncı ve son ders başlıyor (bu ders bir cümlede ya da bir paragrafta anlatılamaz, bu hikayenin geri kalanından çıkartılması gereklidir).
Uyanışımı iyi hatırlıyorum, çünkü gece vakti, gerçekten uykudan uyandığımda olmuştu.
Yatağım, bir zamanlar kiralık olarak çalıştığım marangoz dükkanının arkasında bir talaş yığınıydı; çatım ise altına yerleştiğim eski fıçıların oluşturduğu bir piramitti. Gece soğuktu ve ürperiyordum, yine de bunun aksine rüyamda ışık ve sıcaklık ile iyi şeylerin tükenişini görüyordum. Rüyanın üzerimdeki etkisini anlattığımda, aklımın etkilendiğini düşüneceksiniz. Bunları yazmaya beni heveslendiren, başkalarının da akıllarının benzer şekilde etkileneceğine dair umuttur. Beni iki benliğe sahip olduğum inancına –hayır, bilgisine– sevk eden şey bu
rüyadır: ve bana tanıdıklarımdan boş yere istediğim yardımı sağlayan da kendi iyi benliğim olmuştur. Bu durumun “çift” sözcüğü ile açıklandığını duydum. Yine de, bu sözcük benim anlamımı kapsamıyor. Bir çift, hiçbir yarısına bağımsız olarak sahip olunmayan bir ikiliden öte bir şey olamaz. Fakat felsefe yapmayacağım, çünkü felsefe cansız bir bedenin süslenmesi için bir takım elbiseden başka bir şey değildir.
Ayrıca, beni etkileyen rüyanın kendisi değildi; onun yarattığı izlenim ve benim üzerimde sağladığı, bana özgürlüğümü kazandıran etkisiydi. Sonra, diğer benliğimi teşvik ettim. Rüyamda kar ve rüzgar fırtınasında zorla ilerledikten sonra bir pencereden içeriye dikkatle baktım ve orada diğer benliğimi gördüm. Sağlıkla parlıyordu; önündeki şöminede kütüklerin ateşi alev alev yanıyordu; tavrında bilinçli bir güç ve kuvvet vardı; bedensel ve zihinsel olarak güçlüydü. Kapıyı çekinerek hafifçe vurdum ve beni içeriye davet etti. Bana ateşin yanındaki bir sandalyeye oturmamı işaret ederken gözlerinde kaba olmayan bir alaycı gülümseme vardı; fakat hoş geldin kabilinden tek bir kelime bile etmedi; ve ısındığım zaman aramızdaki tezatlığın üzerime yüklediği utanç ve rahatsızlıkla dolu olarak yeniden fırtınaya çıktım. Tam o zaman uyandım; ve işte hikayemin tuhaf bölümü burada başlıyor, çünkü uyandığımda yalnız değildim. Sonradan başkaları için soyut ama benim için gerçek olduğunu fark ettiğim bir ‘Varlık’ benimle birlikteydi.
Varlık bana benziyordu, yine de çarpıcı biçimde farklıydı. Benimkilerden daha yüksek
olmayan kaşları daha yuvarlak ve dolgun görünüyordu; net, dosdoğru ve amaçla dolu gözleri heves ve kararlılıkla parlıyordu; dudakları, çenesi –yüzünün ve beden yapısının tüm konturları baskın ve kararlıydı. Sakin, sözünden dönmez ve kendine güvenliydi; bense sinmiştim, sinirli bir titremeye kapılmıştım ve elle tutulmayan gölgelerden dahi korkuyordum. Varlık dönüp gittiğinde onu izledim ve girmeye cüret edemediğim bazı kapılardan girip kaybolduğu zamanlar dışında gün boyunca onu hiç gözden kaçırmadım; bu gibi yerlerde, Varlığın benim kendi ayaklarımın basmaya korktuğu yerlere girmeye cüret etmedeki cesaretine (tıpkı benim gibi ve bir o kadar da farklı şekilde) şaşırmaktan kendimi alamadığım için, onun dönüşünü telaş ve kaygıyla bekledim. Ayrıca sanki amaçlı olarak huzurlarında bulunmaktan en fazla korktuğum yerlere ve kişilere; bir zamanlar iş yaptığım ofislere; parasal alışverişimin bulunduğu kişilere özellikle yönlendiriliyordum. Gün boyunca Varlığı takip ettim ve akşam onun neşe ve iyi yaşamıyla ünlü bir otelin kapıları ardında kaybolduğunu gördüm. Fıçılardan oluşan piramidi ve talaşları aradım.

0 yorum:

Yorum Gönder

Hayat Bu Kadar Kısa


-