26 Nisan 2010 Pazartesi

Öğrendim
Geniş ve rahat olmayı öğrendim. Ölümün dışında hiçbir şey göründüğü kadar önemli ve acil değil. Coşkulu ve neşeli olmadığım zaman bunun hiç kimsenin suçu olmadığını ve gülümsemem gerektiğini öğrendim. Cesur olmayı, değilsem bile öyle davranmayı öğrendim. Nasılsa arada ki farkı kimse anlamıyor. Cazibemle 15 dakika idare edebildiğimi, ondan sonra mutlaka bilmem gereken bir şeyler olduğunu öğrendim.

Hiç kimsenin sır saklamadığını öğrendim. Çünkü herkes birine söylemek ihtiyacı hissediyor. Yanıtını bilmediğim ve emin olmadığım konularda bilmiyorum demenin daha faydalı olduğunu öğrendim. Ağzımı kapalı tuttuğumda fazla hata yapmadığımı öğrendim. Başarıya çıkan bir asansör olmadığını tırmanmak gerektiğini öğrendim. İnsanların bana sadece ben izin verdiğim şekilde davranabildiklerini öğrendim. Kıskançlığın mutluluğun düşmanı olduğunu ve mutlu olmak için başkalarına güvenmenin sonsuza kadar hayal kırıklığı getirdiğini öğrendim.

İnsanların kendinden daha az başarılı insanlarla başarısını, mutsuz insanlarla mutluluğunu konuşmaması gerektiğini öğrendim. Başkaları için olumsuz düşünüp acımasız ve kırıcı olanların aslında güçsüz kimseler olduğunu ve sevgiyi sadece güçlü insanların bildiğini öğrendim. İnsanlara artık kızmıyorum çünkü hayatlarında hataları, sorunları, mutsuzlukları olan insanların karşılarındakileri kendi yerlerinde görmeye çalıştıklarını öğrendim. Ben bu hatayı nasıl yaptım demek yerine en mükemmel düşünenlerin bile hata yapabileceğini önemli olanın ders alıp yinelememek olduğunu ve yeni hatalardan daha az zararlı çıkmayı öğrendim.

Hayatta ki en önemli çözümün neyin önemli olduğuna karar verip gerisini çöpe atmak olduğunu öğrendim. BENİ ELEŞTİREN, BANA BİR ŞEYLER SÖYLEME YETİSİNİ KENDİNDE BULANLARA CEVAP VERMEMEYİ ÖĞRENDİM. ÇÜNKÜ HİÇ BİR ZAMAN BİTMEYECEKTİR. Sadece ders almak için arkama bakmayı, sadece yüksek sesle düşünebilmek için sorumu bir başkasına anlatmayı öğrendim. Çözüm için değil. İmkansız diye bir şey olmadığını, çok istediğimde imkansızı elde edebildiğimi, asıl savaşı kazanabilmek için küçük çarpışmaları kaybetmeyi göze almayı öğrendim.

Zamanı ve sözleri dikkatsizce kullanmamayı öğrendim. Çünkü geri alamıyorum.Ne kadar çaba harcarsam harcayım bazılarının mutsuzluk için her zaman neden bulabildiğini öğrendim. ARTIK ÇABALAMIYORUM.Önemli olan şeyin başkalarının benim hakkımda ne düşündükleri değil, benim kendim hakkındaki düşüncelerim olduğunu öğrendim. Kendimi yargılıyorum.Affetmek ve Unutmak… Eğer güçlüysen başarabildiğini ve kin tutmanın beni rahatsız ettiğini öğrendim. Nerde ve ne şartlarda olursa olsun yaşadığım yeri güzelleştirmeyi öğrendim. Sürekli BEN DÜRÜSTÜM, BEN DOĞRUYU SÖYLÜYORUM, SEN FARKLISIN diyenlerden kuşkulanmayı öğrendim.

Durum ne kadar vahim olursa olsun, soğukkanlılığımı yitirmemeyi, gülümsemeyi, her şeyi negatif ve kötü düşünen mutsuz olan insanlardan ayrı kalmayı öğrendim. Beni kızdıran birine cevap vermeden önce 10 saniye düşünmeyi, nefes almayı ve kendime sakinleşmek için zaman tanımayı öğrendim. Bugünkü her üzüntümün ve her acımın benim yarınki mutluluğumu hazırladığını öğrendim. Yapmak istediklerimden asla vazgeçmemeyi, büyük düşlerin gerçeklerden daha güçlü olduğunu ve başarmanın en kısa yolu olduğunu öğrendim. Kaybedecek neyim var demek yerine, yaşadığım her şeyde kazanacak çok şeyim var demeyi öğrendim

22 Nisan 2010 Perşembe

Yitirilenleri Geri Almak
Bir zamanlar pek çok şeyini yitirmiş ama hala özel olan bir adam vardı. Başarısızlığa uğramış yeniden deneme şansı olmayan. Sadece kaybeden biri.
Adam tüm bunların başına gelmesini kötü talihine bağlıyordu. Hayatının amacını yitirmenin, yaşayan ölü anlamına geldiğini iyi biliyordu ve şimdi o bir ölüydü. Amacı onu terk etmişti. Çünkü amaçlar sadece güçlü insanların yanında kalırdı.
Adam hayatını şöyle bir gözünün önünden geçirdi. Bugüne kadar pek çok şeyi başarmıştı. İyi bir eğitim almıştı. Kendini geliştirmişti. Amaçları vardı uğruna çalıştığı ama birden her şey toz olup uçmuştu. Peş peşe gelen başarısızlıklar hayallerini unutturmuştu. Aslında bu uzun süreden beri böyle devam ediyordu. Ama artık çok sert bir darbenin zamanı gelmişti. İnsanların hep gerisinde kalmak hayatı kaçırmak demekti ona göre. Şimdi olduğu gibi hayat ona açık ara fark atmıştı. Kendinde ona yetişecek güç bulmuyordu. Belki yetişebilirdi. Hatta geçebilirdi de fakat artık eskisi gibi güçlü bir inancı kalmamıştı. Yalnızca kendini çok yorgun ve başarısız biri olarak hissediyordu.
Herkes bir yerlere yetişmek için çırpınıyor; o, kalabalıkta çaresizce etrafına bakıyordu. Yaşamanın anlamı hayallerine sahip çıkmaktır. Kurtarmanın imkansız gibi göründüğü yaşamlar yaşamaya değmez. O da bunu yapmaya karar verdi. Bu zamana kadar hayalleri için yaşamıştı şimdi de onların yokluğu için ölecekti.
Her zaman gittiği sahile gitti. Bu kez tek farkı: üzerinde eşofmanları olmaması değil bu sahilin aslında ne kadar çirkin bir yer olduğunu anlamasıydı. Sızıp ağaç diplerine yatmış olan adamlar, koşu yolunun hemen yanından geçen arabaların egzoz dumanları, birkaç şişman insan... Ne kadar da kötü bir yerde yaşıyormuşum diye düşündü. Gerçekler bakış açısına göre farklılık gösterir. Sonra tekrar düşünmeye başladı. İşinde çok iyi olmasına rağmen neden fazla kazanmamıştı. Neden bugün onu bu durumdan kurtaracak bir servete sahip olamamıştı. Cevabı yine aklının derinliklerinden geldi. “ Kapitalist dünya acımasızdır.” Bir kez daha acıdı kendine. Eğer geçmişte bugünleri düşünseydi işler bu hale gelmeyecekti. Ama olanlar olmuştu artık biten bir adam olarak hayatı dakikalar arasına sıkışmıştı. Çok kısa bir süre sonra tüm bunlar tarih olacaktı. çünkü o olmayacaktı. Eski dostları cenazesinde cafcaflı konuşmalar yapıp kendisi hakkında güzel sözler söyleyeceklerdi. Zaten kötü söyleseler de, umurunda mı olurdu artık. Ölüler değerlerini kaybetmeyen tek varlıklardır.
Cebindeki son parasıyla sahilde yere açılmış olan kitaplardan bir kitap almak istedi. Ölü bir adamın ne işine yarardı ki yeni alınmış bir kitap. Belki onu entelektüel bir ölü yapabilirdi. Aklından bu düşünce geçtiğinde otuz saniye kadar kendine güldü ve tekrarladı “Entelektüel bir ölü.” ne kadar saçmaydı.
Onu kitap almaya iten satıcı çocuğun gözlerindeki ışıltıydı. Geçmiş yaşamından izler taşıyordu, çocuğun bakışları. Hiç düşünmeden eğildi bir kitap aldı ve çocuğa fiyatını sordu. Duyduğu fiyatın biraz üstünde olan banknotu çocuğa uzatıp, "Üstü kalsın." dedi. Oradan uzaklaşırken kitaba hiç bakmadı. Şimdi bütün vücudu bir heyecan seline kapılmış titriyordu. İnsanlar iki kez doğarlar; biri doğdukları an diğeri, ölümlerinden az önceki andır.
Titreyen vücudunu kayalara doğru çevirmesi hiç de kolay olmamıştı. Onlardan birinin üzerine çıkması bile, buraya geldiği zamandan çok daha fazla sürmüştü. Şimdi hayatın anlamı önüne serilmişti. Bir adım sonrası inancına göre artık hiçlikti. Bir adım gerisi ise tüm başarısızlıkları, kaybedip yitirdiği hayallerinden arta kalanlardan başka bir şey değildi.
Ölüm anında insanlar çevrelerinde olup biten her şeyi fark ederler. Denizden esen rüzgar taşıdığı su damlacıklarıyla yüzünü ıslatıyordu. Güneş tam gözlerinin içine bakarak ona meydan okuyor gibiydi. Şehrin gürültüsü ve karmaşası hemen arkasındaydı. Tek yapması gereken son kararını vermekti. Tam bu sırada: rüzgarın yüzüne vurduğu tuzlu su gözlerine kaçmıştı. Yanan gözünü ovuşturmak için, kitabı tuttuğu elini havaya kaldırdı. Sağ elinin üstüyle -yaramaz bir çocuk gibi- gözlerini ovuşturdu. Gözlerini açtığında elindeki kitabın üstündeki resme takıldı gözleri. Dünyada böyle bir şeyin olma olasılığı kaçtır acaba diye geçirdi içinden. Hemen ardından nedensizce gülüyordu. Çünkü kitabın kapağında uçurumun kenarında duran bir adamın resmi vardı. Hemen altında da kalın puntolarla yazılmış soru karşılıyordu kitabı alan herkesi; “Dünya sizin yokluğunuzu kaldırabilecek mi?”
Artık gülmenin yerini hıçkırıklar almıştı. Eski bir yerli inancına göre iyi insanlara hayat her zaman yani bir başlangıç şansı verirmiş. Rüzgar sert esip onu titrettiğinde arkasından bir ses duydu “Beyefendi lütfen kımıldamayın sizi almaya geliyorum.” Arkasını döndüğünde sahildeki herkes toplanmış ve onun bir çılgınlık yapmamasını istiyorlardı. Kitapçı çocuk ne olur amca yapma diye ağlıyordu. Ambulansa bindirildiğinde sabah gördüğü şişman bir kadın “Bizi çok korkuttunuz bayım sizi her sabah koşulardan tanıyoruz. Sizi öyle görünce hemen polisi aradım. Umarım sorununuz her neyse başka çözüm yollarının da olduğunu hatırlamışsınızdır.”
Ümit Yılmaz

20 Nisan 2010 Salı

Benimle konuşmak mı istiyorsun?


Haydi gel beni anlamaya çalış.
Benim anlaşılmaya senin anlamaya ihtiyacın var.

Ama uyarıyorum bunu yaparken canın yanabilir.
Haydi gel beni anlamaya çalış.
Benim anlaşılmaya senin beni anlamaya ihtiyacın var.

Derinlerde olabilirim korkma yaklaş, sana aradığını sunabilirim.
Ufak bir şey karşılığında.

Haydi gel beni anlamaya çalış. Ve sakın korkma.
Ben senin çok uzağındayım. Bulman için gelmen lazım.
Derinliklerime inmen lazım.

Bulduğunda sakın bağırma ben hep buradaydım; gelen sensin, arayan sen, merak eden: sen.
Sihrim sarıyor bedenini çırpınman boşuna,
beni anlamaya çalışman da.

Haydi yanıma gel; beni anlamaya çalışman umurumda değil,
sadece dehlizlerime dokunma…
Burası benim: sen benimsin, bunu değiştiremezsin.

Sus ve dinle bunlar benim ayak seslerim.
Hayatıma hoş geldin.


Ümit YILMAZ

18 Nisan 2010 Pazar

Kemancının Eli

Çok eski zamanlarda, tanrıların yaşadığı dönemde Joshua Bell adında bir adam varmış. Joshua Bell çok büyük bir keman ustasıymış. Öyle ki onu dinlemeye çok uzaklardan gelenler olur keman çaldığı gecelerde onu dinler ruhlarını doyurur, evlerine -çok uzaklarda kalan yuvalarına- geri dönüşe başlarlarmış. Joshua Bell bu yeteneğine aldırmadan hayatını yalnızca tek bir insan için yaşıyormuş. O insan onun için öyle bir şeymiş ki kemanını ne zaman eline alsa, tellerine ne zaman dokunsa onunla olduğunu hissediyor; nefes alışverişlerini bile kemanından çıkan melodilere göre ayarlıyormuş. En iyi bestelerini de her zaman o kadını, Matilda’yı gördüğü zaman yapıyormuş.
Matilda da Joshua Bell’i delicesine seviyormuş. Bu iki aşık ve Joshua Bell’in kemanı ülkenin dört bir yanına oradan da diğer ülkelere yayılmış durmuş. Zaman geçtikçe hem aşkları büyüyormuş hem de kemanının büyüsü. Bir zaman sonra joshua Bell’in bu yeteneği ve Matilda’ya olan bu aşkı öyle bir hal almış ki aşk tanrısı Eros bile onları yakından görmek için dünyaya inmiş. Matilda’yı gördüğü an Joshua Bell’in ve ezgilerinin tüm sırlarını çözüvermiş. Bir insan kılığına girip Matilda’nın karşısına dikilmiş. Birbiri için yaratılmış iki insandan birine, gözlerini içine bakarak, onunla gelmesini ve bir tanrıça olmasını teklif etmiş. Eğer gelmezse kendisini lanetleyeceğini söylemiş. Matilda, hayatının anlamını; yaşama amacını düşünüp aşk tanrısı Eros’un teklifini reddetmiş ve o an Eros’un kızgınlığı gökten ışıl ışıl parlayan bir laneti Matilda’nın üzerine indirmiş. Matilda üzülmesinden korktuğu Joshua’ye olayı hiç anlatmamış ama birkaç gün içinde lanet etkisini göstermiş ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Joshua Bell, ülkenin en iyi doktorlarını en iyi şifacılarını büyücülerini çağırmış. Sevdiği kadını kurtarmak için dört bir tarafı dolaşmış. Gittiği her kapıdan çağırdığı her insandan aynı cevabı almış. Bunun dönüşünün olmadığını lanetin ancak Matilda’nın ölümü ile son bulacağını söylemişler. Joshua Bell inanmamış. Etrafındaki herkese onu yaşatacağını ya da her şeyin onunla birlikte yok olacağını söylemiş. Çaresini bulamayınca Matilda’nın baş ucunda oturup onu acıyla kıvranmasını izlemiş. Matilda ona bakıyor ama aslında onu görmüyormuş. Joshua Bell Matilda’nın acısı dindirmek için kemanını kutusundan çıkarmış ve o güne kadar hiç duyulmamış bir besteyi çalmaya başlamış.
Kemanın her tınısında Matilda daha rahat nefes alıyor, kasılmaları azalıyormuş. Bunu gören joshua Bell eserini daha da hızlı çalmaya başlamış. Tek katlı evinden yayılan melodi o kadar güzelmiş ki şehirde yaşayan tüm halk evlerinden çıkıp melodinin geldiği yere: Joshua Bell’in evinin önüne yürümeye başlamışlar. Matilda’nın son anlarını yaşadığını anlayan Joshua Bell, gözlerinden akan yaşlara aldırmadan kemanını çalmaya devam ediyormuş. Matilda’yı almaya gelen ölüm tanrısı Thanatos, odanın içinde belirdiğinde kemanın tınısı onu bile etkilemiş. Thanatos, böyle bir melodiyi nasıl çaldığını anlamaya çalışarak joshua Bell e bakıyormuş. Joshua Bell ise gözlerini Matilda’dan ayırmadan kemanını çalmaya devam ediyormuş. Thanatos Matilda’ya yaklaşmış kasılmalar tekrar sıklaşmış. Matilda çırpındıkça, Joshua Bell melodisini daha da arttırıyormuş. Thanatos bunun üzerine Joshua Bell’e görünmüş. Joshua Bell, korkmasına rağmen çalmayı bırakmıyor: eğer çalmayı bırakırsa hayatını Matilda’sını kaybedeceğini zannediyormuş.
Onun bu durumuna ve sevgisine şaşıran Thanatos, bir anlaşma yapmayı önermiş. Joshua Bell gözlerinden yaşlar akarak , daha anlaşmayı duymadan kabul ettiğini söylemiş. Ölüm tanrısı Thanatos anlaşmasının şartlarının çok ağır olduğunu ve asla bozulamayacağını hatırlatıp iyi düşünmesini söylemiş. Joshua Bell dikkatle Thanatos anlattığı anlaşmayı dinliyor, bir yandan da can çekişmekte olan Matilda’sı için kemanını çalmaya devam ediyormuş. Anlaşmaya göre: Thanatos, Joshua Bell’in ruhunu alacak ama aynı zamanda Matilda’nın yaşaması için, onun ruhunu ebediyen keman çalmaya mahkum edecekti. Buna karşılık da Matilda, Joshua Bell keman çaldıkça mutlu bir şekilde yaşayacak ve geçmişe dair hiçbir şey hatırlamayacaktı. Bu ağır anlaşmayı duyan Joshua Bell, sevgili Matilda’sı için kendisini feda edip anlaşmayı kabul etti. Matilda’nın kasılmaları, acıları bir anda son buldu. Yataktan kalkan Matilda, bir anda koşarak dışarı çıktı. Joshua Bell, hem sevinçten hem de bir daha ona dokunamayacak olmanın verdiği üzüntüden, ağlayarak kemanını çalmaya devam ediyordu. Artık bedeni yoktu, ruhu tutsaktı ve yalnızca o kemanını çaldığı sürece Matilda’sı yaşayacaktı.
Yıllar yılları kovaladı. Joshua Bell çalmaya devam ediyor, Matilda’sının her anını ölüm tanrısı Thanatos yanında, göklerden izliyordu. Joshua Bell’in çaldığı her bestesi tüm kainata yayılıyor ve tüm tanrılar tarafından duyuluyordu ama bir tek şey eksikti hayatını uğruna feda ettiği, ruhunu esir ettiği kadın: Matilda. Joshua Bell kemanıyla anlaşmanın bedelini ödemeye devam ederken, tanrıların tanrısı Zeus bu ilahi tınıların sahibini merak etti. Joshua Bell’i ve kemanını gören Zeus onun aşkı için yaptığı bu fedakarlığa karşı bir iyilik yapmaya karar verdi. Tanrılar tarafından yapılan anlaşmanın kendi tarafından bile bozulamayacağını bildiğinden bir insana, Andrea Rebec’e, bir gece rüyasında kemanı ve yapımını anlattı.
Andrea ertesi sabah uyandığında hemen keman yapmaya koyulmuş, uzun süre çalıştıktan sonra hayalindeki kemanı yapmayı başaran Andrea, notaları tınıları yavaş yavaş keşfetmiş ve halka kemanı tanıtmaya başlamıştı. Kemanın sesinden çok hoşlanan insanlar onu çok sevmiş ve kendileri de çalmak istemişler. Bunun üzerine Andrea, diğer insanlara da keman yapmaya başlamış. İnsanlar arasında yayılmaya başlayan keman kısa sürede kendi ustalarını yaratmaya başlamış. Niccolo Paganini, Alexander Markov, Farid Farjad gibi kemancılarla yapılan besteler insanların hayatlarını etkilemeye devam etmiş. Kemancılar arasındaki bir inanışa göre kemancı ne zaman kemanını eline alıp çalmaya başlasa , aşkı için ebediyen keman çalmaya mahkum edilen Joshua Bell’in kemancı eserini bitirene kadar dinlenebildiği söylenir ve kemancı eserini bitirdiğinde kemanını dayadığı sol omzunda değil sağ omzunda bir sıcaklık hisseder. Bilim adamları bunu keman yayını sağ elde tutulmasından kaynaklandığını söyleseler bile kemancılar arasında bu Joshua Bell’in elinin sıcaklığı ve ondan arta kalan minnettarlığının izi olarak kabul edilir.
Bu hikayeye inanan her kemancı kemanını omzuna dayadığı anda, tüm yeteneğinin kullanarak en iyi tınıyı yakalamaya çalışır, çünkü eğer bunu başarırsa Joshua Bell’in sonsuz mahkumiyetinde çok küçük de olsa dinlenmesine katkı sağlayacaktır.

Ümit YILMAZ

11 Nisan 2010 Pazar

Mutlu Ol !
Üzülmek için bahane arıyorsanız inanın ona ulaşmanız çok zaman almaz:" M.Ö. 5. yy ünlü ressam Zeuxis elinde üzüm tutan bir çocuğun resmini yapmış. Üzümler öylesine gerçek gibi duruyormuş ki kuşlar gelip onları yemeye çalışırmış. Bu başarısı övülen Zeuxis, üzülerek "Çocuğun resmini daha iyi yapabilseydim çoçuklar ondan korkardı." demiş.

Hayat Bu Kadar Kısa


-